IşıkKaranlık

şairin elinde…

Takip et

© 2024. Designed by SosyalZoom.

Fotoğraflar: Engin Güneysu

POETİK, NEVROTİK

“Irkımın tabuları tırnaklarını gösterdiği zaman bir yerlerde hata yaptığımı düşünüyorum, kitaplarımı okumaya koyuluyorum sonrasında, kendime vermediğim cezanın yetkisini sana verdiğim zamanı hatırlıyorum.“

                                                                                                                                                                       Julio Cortazar

Her şey alt benliğine aktı bulanık su gibi, gelecek günlerde ziyaret edecek seni, belki tıraş olurken belki de sevişirken, ikisi de ayna karşısında yapılmıyor mu?

Şu yaşlı gün içerisinde gezdireyim seni bir semazenin eteklerinde, zamanın tavanda dalgalanması gibi açılsın ruh perdesi; orada, buraya çok uzak hem de sinene gömülmüş ezgileri duy…

Her gün yazıyorum, gücüm yettiğince, bunlar bana ait değil sadece bir aracıyım, çölde bir kum tanesine yansıyan ay, usul usul dökülüyorum gülün yaprağından bir çiğ tanesi gibi, tülün içinden geçen sis gibi damla damla birikiyorum ruhunda, ancak böyle anlarız ve inanırız birbirimize, tuzda yansıyan su gibi, daralma ruh ikizim, için ferahlasın diye yaktım bu tütsüyü…

Bu limanlara yakın demirle, ikmal al, tayfaları sakinleştir, açık denizlerde fırtına bol, her şey içinde, dışarısı sadece bir yanılsama, iç denizlerde kuşlar öttüğünde, sabah yakındır, dergah içeride, biz dışımızda birbirimizi arıyoruz, yakında duyarız şarkımızı; burada özgürleştiysek orada gireriz hücremize…

Hiçbir şeyle kıyaslanamayacak ve en mukaddes olana en çıplak zaaflarımızla bakıyoruz, bulanık gözlerle, kuşluk vaktinde…

Dokunamıyoruz içimizde ait olduğumuz o en kutsal noktaya, daldıkça derinleşen düşüncelerden arına arına vurgun yemiş bir sevda gibi eli boş dönüyoruz, oysa başkasına bakarken gözlerimiz ele veriyor bizi, soyuna soyuna varamıyoruz tenimize, ruhumuzda hasretle yanan aşk yangını gibi…

Haydarpaşa artık Söğütlüçeşme, Söğütlüçeşme ise Feneryolu, kelimelerle oynayarak vardığın düşünce değil, oynamadan zihninde beliren cümlelerle anlarsın okunduğunu, tepelerin üzerinde, çam ağaçlarının altında bir beyazlık, gece kar da yağmamış, nereden geliyor bu taş beyazlık? Ölüm harfsiz bir kelime.

Seninle ayrı onunla ayrı konuşacağım, yalnız başımıza değil, insanların arasında görünecek bir biçimde, ara sıra onunla konuşuyorum tek başıma, seninle konuştuğum gibi değil, bedenen arzulanmayan ruhen özlenen; kimi sevgi der buna, sana duyduğum saygıya ithafen; seninle de konuşuyorum tek başımayken…

Önce gökyüzü aydınlanıyor yavaş yavaş, sonra tepedeki ağaçlıklar, soluklaşıyor yukarıdaki sokak lambası ve evlerin yüzü aydınlanıyor, yapraklarıyla beliriyor penceremin önündeki avakado ağacı, kuşlar eşlik ediyor bu yıkanmaya, bir bebek gibi gözlerim kapalı, ruhum kırpılarak açılıyor kuşluk vaktinde, serin bir rüzgarın yalayışı gibi yaprakları…

Okuyorum ilk defa içimden geçmeyen ama içimi delip geçen sözleri, çanın titreşimi meleklerin şarkısı gibi uyandırıyor beni başka bir dünyanın ulaklarına, varmasıyla uzaklaşması bir oluyor o en müstesna uykusuzluğun mahmur üzüntüsü, uğranılmış ama hala uğranılmayı bekleyen bir dost gibi…

Dokunulmamış bir anda bir işaret gibi kendini belli ediyor yıllara yayılacak bir örgünün gizemi, topluyoruz kırıntılarını aslolanın, zerresi bile nar gibi çoğalıyor ufkumuzda, bu yaşandıkça çözülen sırların simülasyonunu bize üç kuruşa paketliyorlar tezgahlarda, kandığımız bir başkasının gerçeği düşlemesi, bazen takvime iğnelenen bir fotoğraf upuzun bir film gibi, zaman yanlış tanıştırılmış bir yabancının gözlerinde gülümsüyor ve elini uzatıyor bize…

Kafesin içindeki kafes bir başka kafesin içinde, çıkıyor oradan giriyor bir başka kafesin içindeki kafese…

Kutlamamız davet edilmemiş bir misafirle bozuldu; kara bir haber bu, doğaçlama önceden kurgulanmış fakat hala taze, suça ortak olması için akrabalarımızı çağırdık, olay yerinde delilleri gizlemek için, artık bağlarımız daha güçlü çünkü zayıflıklarımızı gösterdik kabalaşmak için, bu bizi olgunlaştırmıyor, her ne kadar acıyla kazanılmış olsa da ancak çiğ yanlarımızı bileyliyor; intikam sabırla yetiştirilen bir kaktüs olsa gerek..

Sabaha karşı gördüğüm rüyayla uyanıyorum, hala zihnimde gece yaktığımız ateş aydınlatıyor aşıkların duvardaki gölgesini; öğrendik yaralarken taviz verdiğimizi, kapalı bir müzeye kaçak giren ziyaretçiler gibi sakladık hatalarımızı, başka biri olduk konuşurken gişedeki biletçiyle, kandırdık yasakları delerken içimizdeki çocuğu, anlaşılmaz olanı günahlara akarken bu kadar pervasız olan insan, dürüst olabilmek için neden kılı kırk yarıyor?

Beslendiğimiz bayat gerçekler ne de olsa zihnimizde hala doğrulanıyor, küçük bir rahatlamayla kandırabiliyoruz susuzluğu, alçalıyoruz genişlediğimizi sanırken; telaşla sigarasını söndüren biri kalkmadı oturduğu yerden ve bu gerginlik yayıldı masaya; bu dalgada kendinden emin olanlar savruldu, limana çekilecek kayık olsaydık açılmazdık denize diyenler, tuzlanmışız ki bozulmadık..

Saklanarak yediğimiz her yemek dişimizdeki bir kırıntı gibi ele veriyor kendini her sırıtmada, sertleştikçe duyarsızlaşıyoruz ruhumuza enjekte olan boş vermişlikle; haydi çocukları hayvanat bahçesine götürelim, birer toz şeker alalım, şaşıralım çoktan şaşırılmış olana, sonra rehberden eski aşklara bakalım, kuytuda sırıtalım ya da kusalım, medet umalım mı unutmaktan, yoksa hatırlayalım mı başkasından çaldığımız zamanları?

Gerçeği öğrenmek kötücül tohumları ekebilir, başkaların a derinden duyduğumuz öfkeyi ve nefreti alevlendirebilir, kimi zaman çarptırılmış bir sanı bir çok hayata mal olabilir ama biz yine de her zaman ona özgürleşme vaadiyle sarılırız, tam anlamıyla geldiğinde aydınlanma hali, kendimizi ve başkalarını affedebilir miyiz? Aydınlanma biraz da kışkırtma değil mi, öğrenmek zehirlenmek değil mi, o yüzden eser miktarda bilerek dayanabiliyoruz yaşama… Hep susayarak aşka ve bir bağımlı gibi acıya, dövmeleniyoruz gerçek tarafından..

Meydana bakan bir evde kalıyoruz, çıplağız, birbirine sarılmış, uykulu.. İlkokulun bahçesinde basketbol oynuyorum, zenciler birbiriyle kavgalı, maçta olay çıkıyor iki çete arasında, ortalık karışıyor, bir çocuğu fena dövüyorlar, iki çetenin rapçi liderlerini barıştırıyorum, ikisinin birlikte bir şarkı yazmaları gerektiğini söylüyorum, çarşıda gezerken sevgilimle beyaz şapkalı bir iş adamı, bir beyaz, bağırmaya başlıyor; ülkemde böyle yaşamak istemiyorum diye, benim gibi düşünen çok insan var, biz kazanacağız diyor, sinsice oturduğu siteye kadar takip edip tartaklıyorlar, arkadaşına kurtarması için sesleniyor fakat bahçesinde ensesine bir kurşun sıkıyorlar küçük kızının gözü önünde, bir siyahi denizin kenarında dolaşıyor ağaçların gölgesinde, bir anda etrafını sarıp dalgaların içine atıyorlar, sokaklara çıkıyor insanlar, eve dönmeye çalışıyoruz, bir anda ateş açılıyor slogan atanların üzerine, yere yatıyoruz, kurşunlar vızır vızır geçiyor üzerimizden, sonunda ateş açanlardan birini kıstırıyor kalabalık, hızla koşup yaklaşan polis arabasına biniyor, zor atıyoruz kendimizi eve, odaya mavi kırmızı ışıklar yansıyor, kapıyoruz kepenkleri, televizyonda Kunta Kinte oynuyor, sıcaktan nefes alamıyoruz, sarılıyoruz, çıplağız, uyumaya çalışıyoruz, meydanda silah sesleri susmuyor…

İşte an bu; kapalı kapılar ardında el sıkışıyor baronlar, an bu; bahçe kapısından girerken bir salyangozun kabuğunun kırılma sesi, an bu; eski bir dostu yarı yolda bırakmak kadar görkemli, an bu; tahliye ediliyor iskelenin çökmesiyle denize düşenler, an bu; korkusuz, acımasız ve kararlı; tecavüze uğrayan çocuk haberleri, an bu; başka bir anda kaydedilmiş bir şarkının duyulmasındaki heyecan, an bu anın içindeki gerçekleşmiş bir kehanet, an bu; döngünün neresinde olduğunu saptamaya çalışmak, an bu; sevdiğin, sevildiğin…

Sanat kabuklarını atarak kendini yani bir diğerini tanımak; başkasının önünde çırılçıplak, en zayıf ve en güçsüz yanlarımızı paylaşabilmek, biliyorum bu tarz inceliklerin makinanın çarkları içinde çiçek açması çok zor fakat en güçlü kalkanı ancak en yumuşak hareketle delebiliriz.

Herkes bana kendini sevdirmeye gelir, kim olduğumu, kim olduğunu bilmeden sonra kendini sever ve gider.

Bir Yorum

  • Yağmurun soğuk damlası, en olmaz yere akarken, dokunduğu yeri kendisiyle kendinden geçirip, en soğuk zirveye çıkmaya yeminli.
    Sevgili Mehmet abim, değerli şairim; yolun, yolumuzu çiziyor… En ışık saçan güneşli günlere.

Yorum bırakın: